Türkler, binlerce yıllık tarihi boyunca pek çok spor dalında faaliyet göstermiş ve pek çoğunda da başarılı olmuştur. Sporun bütünleştirici gücünü anlayan Türkler, boylar arasındaki görüşmelerde güreş müsabakaları yapmışlar, bunun yerini daha sonra at üzerinde avlanma, cirit oyunu, polo oyunu gibi çeşitlendirerek devam etmişlerdir. Boylar arasındaki gövde gösterileri olarak nitelendirilen bu oyunlar ilerleyen zamanlarda savaş meydanlarında da farklı boyutlara taşınmıştır.
İslamiyet’ten önce Türklerde dinî görev olan spor, Osmanlı döneminde bazı dallarda tekkelere bağlı olarak yaşamış ve gelişmiştir. Ancak bu güçlü ve kısmen organize Türk sporu imparatorlukla beraber gerilemiş ve 19’uncu yüzyıl sonunda çökmüştür.
Türklerde sporun yerini ve önemini biraz olsun bilmemizi sağlayacak birkaç temel bilgiden sonra şimdi öğreneceklerimiz sporun sadece spor olmadığı gerçeğine dairdir.
Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethinden sonra dünyanın kalbi olarak sayılan Ayasofya’yı kilise olmaktan çıkartıp camii konumuna getirmişti. Zira bunu yapan ilk padişah ve Müslüman olduğunun bilincinde olduğu için de çok temkinli adımlar atmalıydı. Öyle de yaptı. Sıra camiye döndürülen Ayasofya için ilk kez imamlık yapacak kişinin belirlenmesine gelmişti. Fatih, evvela vezirleriyle istişare ederek onların fikirlerini almıştır. Vezirlerin bazıları “Padişahım, kıraati çok iyi olsun yeterli olur.” demiş, bazıları ise “Arabistan topraklarından getirelim Sultan’ım.” önerisini sunmuşlardır. Paşalarından kimileri ise falan hoca çok iyidir şeyhin müridi çok fazladır diyerek Fatih’e düşüncelerini bildirmişlerdir.
Ayasofya’nın anlamı gibi derin düşünceler içerisine dalan Fatih, Ayasofya’ya imam olmak için başvuracak kişilerin çok iyi derecede ata binen, avcılık yeteneğine vâkıf, iyi derecede cirit oyunu oynayabilen, her gün düzenli yürüyüş yapan ve özellikle kilosuyla boyu eşit ölçülerde olan kimselerin başvurabileceğini açıklayan bir ferman yayınlamıştır. İnce ruhlu, ince detaylara büyük önem veren Fatih, “Allah’ın emanet etmiş olduğu bedene ne kadar iyi bakarsan gerek kendine gerek hitap edeceğin topluma o kadar örnek olursun.” düşüncesi ile hem büyük bir mesaj vermek istemiş hem de bir Müslümanın birden fazla uğraşlar ile meşgul olmasını, ilmini ve bilgisini her konuda geliştirmesi gerektiğini vurgulamak istemiştir.
Örnek bir Müslüman, iyi derecede entelektüel olmalıdır. Prof.Dr. İlber Ortaylı.
Asırlar sonra sporun kitlesel bir güç olduğu gerçeğini tekrar hatırlayacak olan kişi Nazilerin lideri Adolf Hitler olacaktır. Hitler’in Nazi diktatörlüğü, ırkçı ve militarist karakterini Ağustos 1936’da iki hafta boyunca Yaz Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yaparak kamufle etti. Rejim, oyunları çok sayıda yabancı izleyici ve gazeteciyi barışçı ve hoşgörülü bir Almanya görüntüsüyle şaşırtmak için kullandı. 1931’de Uluslararası Olimpiyat Komitesi, 1936 Yaz Olimpiyat Oyunları’nın Berlin’de yapılmasına karar verdi. Nazi Partisi Lideri Adolf Hitler, iki yıl sonra Almanya Şansölyesi oldu. 1936 Berlin Olimpiyatlarını boykot hareketleri Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, İsveç, Çekoslovakya ve Hollanda’da ortaya çıktı. Birkaç ülkedeki Yahudi sporcular Berlin Olimpiyatları’nı bireysel olarak boykot etme kararı aldı. Ancak ABD’deki Amatör Spor Birliği, Aralık 1935’te Olimpiyatlara katılma yönünde oy kullanınca diğer ülkeler de karara uydu ve daha geniş boykot hareketi başarısızlığa uğradı.
Müsabakalar Hitler’in görkemli gövde gösterisinden sonra başlamıştı. Yapılan algı yönetimi projesiyle verilmek istenen mesaj çok açıktı: “Naziler, basına yansıtılan haberler gibi sadist değil, barıştan yana ve insancıldır.”
Nitekim olaylar hiç de Hitler’in istediği gibi gitmemişti. Almanlar müsabakalar boyunca üstün başarılar gerçekleştirmiş, Hitlerin üstün ırk olarak adlandırdığı ve bu deneyleri ilk olarak sporcularının üzerinde deneyerek meyvelerini almaya başlamışken siyahi bir atletin Hitlerin gözleri önünde rekor kırarak üstün ırk teorisini çürütmesi ile işler tamamen değişmişti. Hitler, oturduğu koltuktan fırlayarak çılgına dönmüşçesine olimpiyatları terk edecek, daha sonra yarışı kaybeden Alman atletlere katı cezalar verecekti.
Sporun kitleleri yönlendirebilen bir güç olduğunu Fatih Sultan Mehmet’ten sonra ancak 1936 yılında anlayan Avrupalı devletler, spor konusunda da sömürge yollarına başvurmaktan geri kalmamıştı. 1936 Berlin Olimpiyatları’ndan sonra İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletleri 1. ve 2. dünya savaşlarını bahaneleri ederek gittikleri Afrika kıtasında yer altı zenginliklerini sömürmenin yanında siyahilerin anatomilerini incelemek için onları çeşitli deneylere tabi tutmuşlardır.
Oğuz Kağan’ın İtbaraklar’a karşı yaptığı savaşın uzun yıllar sürmesinden dolayı askerlerine ve halkına “İşleyen demir pas tutmaz.” düşüncesi ile düzenli olarak spor müsabakaları yaptırmış ve bu sayede eski güçlerine ve çevikliklerine geri dönmelerini sağlayarak zafer kazanmıştır.
Hadi, şimdi bir asır öncesine gidelim ve sporun spordan da öte nasıl bir güç olduğuna hep birlikte şahitlik edelim.
Osmanlı’nın son zamanlarında ortaya çıkan İttihat ve Terakki örgütü, sporun halk üzerinde ne derecede etkili olduğunu görünce yönetimdeki gücünü kullanarak spora müdahil olmak istemiştir. Fenerbahçe o zamanlar yeni kurulmuş, halkın yavaş yavaş göz bebeği hâline gelmeye başlamıştı. Sarayın, Müslüman Türklerin futbol oynamasını yasaklamasından dolayı halkın spora bakış açısı “Bu gavur oyunu, halife hazretleri futbolu lanetlemiş.” düşüncelerinden ibaretti. Hâlbuki Saray’ın futbolu yasaklamasının sebebi: Halkın bir araya gelip isyan çıkartabilme ihtimali ve toplulukların farklı gruplar tarafından kontrol edilme düşüncesiydi. Nitekim Saray bu konuda haksız da sayılmazdı. İngilizlerin ve Rumların futbol adı altında istihbarat topladıklarından devletin elbette haberi vardı ve buna karşılık Fenerbahçe’yi sahaya sürdü.
İngilizlerin ve Rumların futbol oynamalarına yasak getiremeyen Saray, baskısını sadece Türk takımlarına karşı yapabiliyordu. Özellikle İngilizlerin kendi casuslarını futbolcu olarak sakladıkları futbol takımlarından Saray geç de olsa haber alacaktı. Fenerbahçe bu süreçte devletin yanında olmuş ve başkanlığına sarayın içerisinden Şehzade Ömer Faruk Efendi’yi geçirmiştir. Kontrollü bir şekilde sporun içerisindeki ağırlığını arttırmaya çalışacak olan Fenerbahçe’ye en büyük tuzağı ise İttihatçıların liderlerinden birisi olan Talat Paşa’dan gelmiştir. Halkın sevgilisi haline gelen Fenerbahçe’nin maçları hınca hınç dolmaya başlamış, insanlarda millî birlik ve beraberlik tekrar aşılanmaya başlamışken Talat Paşa ‘’Fenerbahçe’yi kontrol edebilirsem insanları da kontrol edebilirim.’’ düşüncesi ile Fenerbahçe’yi ele geçirmeye çalışmıştır.
Fenerbahçe’nin asli görevi spor müsabakalarının arkasında yatmaktaydı. Anadolu’ya silah kaçırmak, Millî birlik ve beraberliği uyandırmak, millî mücadelenin başlamasına yardımcı olmak, İngiliz ve Rumlardan istihbarat bilgileri çalmak.
Fenerbahçe zamanla işgal altındaki şehrin sahada savaşan kahramanları olmuştu. Milletin millî birlik ve beraberliğini uyandırmak, pekiştirmek için çeşitli panayırlar, çeşitli tiyatrolar organize eden Fenerbahçe, sahada ise ordu millet anlayışından vazgeçmeyerek futbol maçı adı altında rakipleriyle savaşmıştır. Bu savaşlardaki en büyük destekçileri ise onları izlemeye gelen halk olmuştur. Halk, İngilizleri ve Rumları sahada adeta döven Fenerbahçeli futbolcuları birer asker olarak görmüş, Fenerbahçe’yi ise büyük bir komutan edası ile göz bebekleri haline getirmişti. İnsanlar zamanla Fenerbahçe’nin kuruluş amacını destekleyerek millî mücadelenin ilk zeminlerini oluşturmuşlardır. Bu süre zarfında Mim Mim grubu, İngiliz işgal komutanı General Haringtonun arabasını çalarak orduya hibe etmiş, ordu millet anlayışını iyice uyandırmaya başlamışlardır. Her bir fert üstüne ne görev düşüyorsa fazlasıyla yapmaktadır.
Talat Paşa’nın Fenerbahçe’yi ele geçirme operasyonu başarısız olmuştur. Bunun üzerine Paşa, Galatasaray’ın ikinci takımı olan Progres’i satın aldı ve ismini Altınordu olarak değiştirdi. Talat Paşa’nın tek bir hedefi vardı, o da Fenerbahçe’nin arkasındaki halk gücünü alarak Saray yönetimine karşı yeni bir darbe girişiminde bulunacak ve tek adam olacaktı. Fenerbahçeli oyuncuları kendi takımına çekmek için, o zamanlar da eli ayağı silah tutan herkesin askere alındığı günlerde, Altınordu takımına transfer olan Fenerbahçeli futbolcuları askerlikten muaf tutacağına dair bir belge imzalamıştı. Talat Paşa’nın yapmış olduğu bu hamle Fenerbahçeli oyuncularda karşılık bulacak ve Fenerbahçe’nin bazı futbolcularını kendi takımına çekecekti. Halk üzerindeki sevgisini ne kadar arttırırsa, yönetimi istediği gibi kontrol edebileceğini bilen Talat Paşa bunu siyasi bir güç olarak kullanmayı hedeflemişti. Süreçler bu şekilde ilerlerken akıllarda Fenerbahçe’nin kurucu üyelerinden ve aynı zamanda kaptanı olan Galip Beyin şu sözleri kalmıştır:
‘’Ne siz ne de sizlerin paşaları bu kulübü yıkamayacak. Bu kulüp sizler ve sizler gibilerin üç kuruşluk menfaate eğilen karakterleri ile yaşayacaksa, ölsün daha iyi. Ağabeylerimiz ve bizler bu kulübü sizin gibi alçaklara payanda olsun diye kurmadık. Haydi şimdi gidin ve askerliklerinizi Altınordu’nun gölgesinde, saray masalarında yapın. Bu vatan bizimdir. Altınordu sizin olsun.’’
Yugoslavya’nın dağılmasıyla sonuçlanan Sırp-Hırvat savaşının başlamasına neden olan olay Dinamo Zagreb-Kızıl yıldız arasında geçen bir futbol maçıdır.
TARİH: 13 Mayıs 1990
YER: Maksimir Stadı | Hırvatistan-Zagreb
MAÇ: Dinamo Zagreb-Kızıl Yıldız
SONUÇ: İç savaş
Sporun sadece spor olmadığını bizlere çok net bir şekilde gösteren bu olay, bir futbol müsabakasında gerçekleşmiştir. Halkı kitlesel bir güç olarak kullanmayı çok iyi bilen provokatörler, Dinamo Zagreb-Kızıl yıldız maçına gelen kırk bin taraftarı kullanarak en ince ayrıntılara kadar çalışarak nasıl kıvılcım çıkartacaklarını bulmuşlardı. Para babalarının istedikleri her şeyi hatta çok daha fazlasını bir maç eşliğinde sağlamışlardı.
Karşılaşmada, Belgrad’dan gelen Kızıl Yıldızlı taraftarların çıkardığı olaylar Sırp-Hırvat savaşının ve Yugoslavya’nın dağılmasının başlangıcı olmuştu. Maçta provokatörlerin polis ile yaşanan atışmaları kavgaya dönüştü. Kızıl yıldızlı taraftarlar, Dinamo Zagreb taraftarlarına küfretmeye başladılar. Karşılıklı tribünlerde oturan taraftarlar tahrik olunca, aradaki bariyerler kırılarak aşılmaya çalışıldı. Her şey o kadar ince hesaplanarak ayarlanmıştı ki, güvenlik güçlerinin çoğu o gün Sırplardan oluşuyordu ve kalabalık Zagreb’iler, sahaya girmeyi başarmıştı. Doğal olarak da Sırp polisler ve Hırvat taraftarlar arasında büyük bir kavga çıkmıştı. Polis, Dinamo Zagreb taraftarlarına saldırırken, futbolcuları da büyük öfke kaplamıştı. En çok öfkelenen efsane futbolcu Boban, bir anda öne atlayarak Sırp polise tekme ve yumruk attı. Boban’ın bu hareketi onu Hırvatistan’da ilah durumuna getirdi. Zagreb’in meşhur taraftar grubu Bad Blue Boys ile polis arasındaki kavganın büyümesiyle sahaya küçük kaya parçaları atılmaya başlandı. Olaylar küçük bir kıvılcım ateşiyle büyük bir savaşa doğru sürüklenmişti. Maçın oynanamayacağı anlaşılınca, maç iptal edildi. Statta büyüyen kavga caddelere, sokaklara sıçradı. Her yer savaş alanına döndü.
Bir futbol maçıyla başlamış olan olaylar Yugoslavya da iç savaş çıkartmıştı. Sırplar ile Hırvatların birbirlerini katlettiği bu olaylar Yugoslavya’nın dağılması ile son bulmuş, kazanan ise bu operasyonu yürüten, maçın arka kısmındaki gizli karakterler olmuştu.
Sporun sadece spor olmadığını anlayanlar, geniş taraftar kitlelerini arkalarına almak için ellerindeki tüm kaynakları seferber edebilirler. Halkın desteğini arkasına alan kulüp başkanları, kitlesel bir gücü de ellerinde tutabildiklerinin farkındadırlar. Günümüzde milyonlarca taraftarı olan büyük kulüplerin başkanları, eskiden olduğu gibi günümüzde de büyük bir güç unsurunu ellerinde tutmaktadırlar. İlk çağlardan beri gelen spor ve spor müsabakaları doğru kontrol edilmediği sürece nelere yol açabileceğini yukarıdaki örneklerle anlatmaya çalıştık. İşin arkasında dönen paraların çok ciddi boyutlara ulaştığı şu günlerde, sporu sadece spor olarak izlemek yerine olaylara daha derin bir bakışla bakabilmeyi öğrenmeli, holiganca davranışlardan uzak durarak sporun sadece kardeşlik olduğunu bilmeliyiz.
Bu yazı yorumlara kapalı.