Zekâ nedir?
Türk Dil Kurumuna baktığımız zaman “İnsanın düşünme, akıl yürütme, objektif gerçekleri algılama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tamamı, anlak, dirayet, zeyreklik, feraset…” açıklamasını görmekteyiz.
TDK’ye göre zekâ kelimesi bir yetenek olarak belirtilmesine rağmen bilişim konusuna girdiğimiz zaman yapay zekâ tabirinin çok farklı bir şekilde işlendiğini görmekteyiz.
Artificial Intelligence (Yapay Zekâ) terimi akademi dünyasında ilk olarak Stanford Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr. John McCarthy tarafından 1956 yılında ortaya atılmıştır. John MacCarthy‘e göre yapay zekânın tanımı şu şekildedir:
“Zeki makineler, özellikle de zeki bilgisayar programları yapma bilimi ve mühendisliğidir. Benzer bir iş olan bilgisayarlar aracılığı ile insan zekâsını anlamaya çalışmayla ilgili olmasına rağmen kendisini sadece biyolojik olarak gözlemlenebilen metotlar ile sınırlandırmaz.”
Birçok kişi bilir ki yapay zekânın geçmişi 2. Dünya Savaşı’na dayanmaktadır. 2. Dünya Savaşı sırasında “Makineler düşünebilir mi?” sorusu ile yapay zekânın ilk girişini yapan Alan Turing, yaptığı çalışmalar ile düşünebilen(!) bir bilgisayarın ilk temelini de atmıştır. Savaş sırasında Alman mühendis Arthur Scherbius’un icat ettiği Enigma makinesi ile Almanlar savaşta birbirlerine şifrelenmiş mesajlar iletiyorlardı. Bu mesajlarda bulunan belirli bir düzeni fark eden Turing, şifrenin tersi bir algoritma kullanarak şifrelerin kırılmasını sağlamış ve 2. Dünya Savaşı kahramanlarından biri ilan edilmiştir.
Yapay zekânın ilerlemesine baktığımız zaman da bir dizi algoritmalar zinciri görürüz: Yapay sinir ağları algoritması, karınca kolonisi algoritması, genetik algoritma vb. Görüldüğü üzere aslında yapay zekâ bir dizi algoritmalar zinciri ve bunların bütünüyle oluşmuş sistem sayesinde bilgisayarın – bizler için – anlamlı sonuçlar çıkarmasıdır. Bizler için dedik çünkü ortaya çıkan sonuçlar bilgisayar için yalnızca 1 ve 0’dan ibaret olmaktadır. Bu bir yetenek değildir, bir duygu değildir. Sadece belirli mantıksal hesaplamalar sonucunda ortaya çıkan hesaplamalar bütününün bizler için anlamlı bir neticesidir.
Burada dikkat çekici bir husus da yapay zekânın algoritmalar zincirinden oluşmuş olmasıdır. Algoritmanın tarihçesine bakacak olursak: “Algoritma” – “El-Harezmi”den gelir. Algoritmanın kurucusu, atası olarak literatüre geçmiş olan El-Harezmi 780 yılında doğmuş Müslüman bir bilim adamıdır. Cebir ve algoritmanın kurucusu, astronomi ve coğrafya alanında da çalışmalar yapmış bir âlimdir. El-Harezmi tarafından 820 yılında yazılmış olan “Kitabü’l Muhtasar fi Hisabi’l Cebr ve’l-Mukabele” kitabı kendisinden yaklaşık 350 sene sonra 12.yy’da Chesterlı Robert ve Cremonalı Gerard tarafından Latinceye çevrilmiştir. Ve artık batı dünyası cebir ile tanışmış olur. Bu kitabın şu anda özgün Arapça aslı Oxford’da, Latince çevirisi de Cambridge’de muhafaza edilmektedir. Tüm bunların yanında Harezmi, coğrafya ile de ilgilenmiştir. Akdeniz’den Kanarya Adaları’na kadar olan çalışmalarını içeren “Kitāb Ṣūrat al-Arḍ” kitabının günümüze ulaşan tek kopyası Strasbourg Üniversitesi’nin kütüphanesinde tutulmaktadır. Kim bilir daha önceki yazılarda bahsettiğimiz o gizli adaları araştıran alimlerden biriydi belki de…
Günümüzde Yapay Zekâ
Günümüzde yapay zekânın kullanım alanları tahmin ettiğiniz üzere saymakla bitmez. Şirketlerin finans ve pazarlama alanlarında, büyük boyutlu çözülemeyen problemlerin çözüm yollarında, kullandığımız telefonlarda, birçok bilgisayar uygulamasında, görüntü işleme, bilgisayar oyunları, otomasyon sistemleri, stratejik planlama vb. birçok alanda kullanılmaktadır.
Peki, son dönemlerde gündeme gelen bir soru: Telefonlar sesimizi algılayabilir mi, konuşmalarımızı algılayabilir mi? Cevap: Tabii ki evet. Telefonlarımızda kullandığımız uygulamalara kendi elimizle sesimizi dinleme, görüntülerimizi alma noktasında izin veriyoruz. Bu iznin ardından telefon arka planda sesimizi algılayıp bunları işler ve istendiği şekilde bu bilgiler kullanılır. En çok ve en bariz kullanımı reklam kampanyalarında görülüyor. Telefonların bulunduğu bir ortamda dile getirdiğimiz bir ürün ya da internet üzerinde arama yaptırdığımız bir ürünün reklamı bir anda Youtube’da video izlerken ya da reklam içeren bir siteye girildiği anda karşımıza çıkıyor.
21.yüzyıl dijital bir kitaptır. Herkesin biyografisinin, iç duygularının, siyasi görüşlerinin, dini inançlarının, ahlaki değerlerinin tamamının depolandığı, yazıldığı bir kitaptır.
Bu kitabı iyi okuyan birisinin elinde tutabileceği bilgiyi bir hayal edin…
Google bunu resmî olarak açıkladı. “Evet, sesinizi dinleyip yazdıklarınızı kaydediyoruz; ama bunu reklam amaçlı yapıyoruz. Yani sizin için yapıyoruz.” imajı verdiler. Her ne kadar bu durum bir anlık insanları korkutsa da herkes gündelik hayatına, konuşmaya, bilgi paylaşmaya ve Google’ı kullanmaya devam etti. Nasıl etmesinler ki? 🙂 Alternatifsiz, mecbur bırakılan bir sistemde buna nasıl karşı konulabilir ki diye düşünüyor insan.
Tüm aramalarımız, konuşmalarımız, gittiğimiz adresler, Youtube’da izlediğimiz videolara kadar her şey kaydediliyor. Bize sunulan kısımları ise https://myactivity.google.com/ sitesinden görebiliyoruz. Tüm bunların dışında bir de bize sunulmayan kısımlar var.
Google gibi firmalar bu özellikleri sadece biz rahat edelim diye mi yapıyorlar? Örneğin kafasında inanç konusunda bazı sorunları olan bir kişi düşünelim. Bu kişinin bizim istediğimiz şeylere inanmasını nasıl sağlayabiliriz? Kafasındaki soru işaretlerini bilirsek bu durum çok kolay olur. Karşısına istemediğimiz şeyleri kötü gösterecek birkaç örnek koyarsak, istediğimiz şeyleri de iyi gösterecek siteleri, konuşmaları ve grupları da eklersek mükemmel bir biçimde düşünce manipülasyonu yapılır ve beyin yıkanabilir.
Nitekim 2016 seçimlerinde Trump’ın ABD başkanı seçilmesinde de Facebook’un parmağı olduğu bu sebeple söyleniyor. Hele ki bu kişinin ilgi alanlarını belirleyip bunlara göre etkileneceği şeyleri de eklersek, kişinin idol gördüğü karakterlerin o konu ile ilgili görüşlerini katarak kendisini istediğimiz gibi yönlendirebiliriz. Ergen bir çocuğun karşısına müstehcen görüntüler ve yazılar çıkararak beynini uyuşturan bir sistemden bahsediyorum. Mühendislik okuyan birisinin karşısına idol mühendis olarak boş insanları çıkartıp hiç kitap okumayan, araştırma yapmayan, ilim peşinde koşmayan bir nesil yapan sistemden bahsediyorum.
Evet, bizler okumuyoruz! Araştırmıyoruz! Ve ilim peşinde koşmuyoruz! Artık beynimiz bulanmış. Sistem, idiot gibi şaşı gözlerle Instagram’da baktığımız fotoğraflarla, Youtube’da izlediğimiz videolarla beynimizi durdurdu. Düşünme, sorun çözme ve algoritma geliştirme yeteneklerimiz köreltildi.
Bu, kişiler üzerinden olan durum. Peki ya firmalar üzerinde neler oluyor?
Ve evet… Karşımızda Microsoft! Hani işletim sistemlerini, Office uygulamalarını ve daha bir sürü uygulamasını kullandığımız; şirketlerin de vazgeçilmezi olan o ürünlerin sahibi olan firma.
Dünya değişiyor. Artık eski sistemlerin yetersiz kaldığı depoloma alanı, hız problemi gibi sorunlar yavaş yavaş giderilmeye çalışılıyor. Bunun sonucu olarak yeni sistemler doğuyor.
Bulut sistemi de bunlardan biri oldu. Teknik olarak baktığımızda bulut sistemleri hem hız bakımından hem erişim kolaylığı ve iş geliştirme olarak kullanıldığında çok işe yarıyorlar. Firmalar da bu ihtiyaçları için bulut sistemlere ilgi duyuyor, işlerini bulut sistemler üzerinden hem daha optimize edilmiş hem de daha planlı şekilde ilerletiyorlar. Bu sistemleri kuran binlerce firma var. Bu firmalar çalışırken tabii ki Microsoft boş durmadı.
Hâli hazırda dünyada en çok kullanılan işletim sistemiydi. Bunun yanında word, excel, outlook gibi uygulamaları da dünyanın hemen her yerinde kullanılan en yaygın uygulamalarken Microsoft bu durumu fırsat bilerek yeni sistemlerini geliştirdi. Firmaların ihtiyaç duyduğu ne varsa tüm programları kendisi yazdı. Bunları birbirleri ile entegre çalıştırdı.
Eskiden Skype üzerinden görüntülü konuşma varken MS, Skype firmasını satın aldı. Sonra sistem alt yapısını kullanarak kendi ürünü olan Microsoft Teams’i geliştirdi ve Skype’ı etkisiz kıldı. Teams içerisinde Whatsapp benzeri sohbet, Skype benzeri gelişmiş bir konuşma ortamı oluşturdu. Konuşurken veri paylaşabilir, ekranınızı paylaşıp ortak çalışma yapabilirsiniz. Tüm bunların yanında bu sistemi kendi diğer ürünleri ile de entegre etti. Microsoft’a ait çoğu uygulamayı aynı anda entegre bir şekilde kullanılabiliyor ve bir yerde yaptığınız bir işi her yere taşıyabiliyorsunuz.
Örneğin; projeniz için bir ekip oluşturup Teams’te bu ekibi kurduğunuz anda One Drive’da sizin için depolama alanı ve mailde otomatik mail alanı oluşuyor. Microsoft bu sayede 1 taşla birden çok kuş vurmuş oluyor. Hem firmaları kendisine daha bağlı hâle getiriyor hem de firmaların tüm gizli bilgilerini kendi sunucuları üzerinden geçiriyor. Hatta ve hatta uygulama ve program yazmak için kullanılan Visual Studio programının Community versiyonunu bedava kullanıma sundu. Normalde yıllık 1.200$ (~7000₺) olan ürünün bedava versiyonu programcılar için müthiş bir nimet. Fakat şöyle bir şey var: Online geliştirme için Microsoft’un bulut sunucuları olan Azure üzerinden yapmanız gerekmekte. Bu ne demek? “Senin geliştirdiğin her şey önce Microsoft’un elinden geçiyor. Ve Microsoft’un veri tabanına kaydedilerek yapay zekanın zihnine kaydoluyor…” demek.
Yani sonuç olarak yazdığımız koda kadar okuyup yaptığımız her işi tek tek takip edebilirler. Firmaların tüm bilgilerine erişip gelişmelerini önleyebilirler, istedikleri gibi bu verileri kullanabilirler. Peki bu mümkün mü? Dünyada binlerce firma bu ürünleri kullanıyor. Her birisinde çalışan binlerce personelin yaptığı her şeyi tek tek kontrol etmek ne kadar mümkün?
İŞTE BURADA YAPAY ZEKÂ DEVREYE GİRİYOR!
Kendilerinin araştırmasına gerek yok. Yazılan yapay zekâ programları bunları tek tek analiz edebilir, inceleyebilir ve raporlayabilir. Bu neyi sağlar? Şu an bu söyleyeceğim şey çok ütopik gözükse de gelişimini engellemek istedikleri her yazılımın çıkmasını engelleyebilir, bir firmanın çöküşünü sağlayabilirler.
Şu an kullanılan uygulamalar üzerinden gidelim. Son zamanlarda çıkan uygulamalara baktığımızda Snapchat dediğimiz bir uygulama karşımıza çıkıyor. Bu uygulama ile insanlar fotoğraf ve vidyo paylaşımı yapabiliyorlar. Peki bunu özel kılan neydi? Daha önceden yapılan sosyal medya platformlarında veya uygulamalarında insanlar sayfalarında fotoğraf paylaşıyordu. Herkesin masum olmadığı gibi insanlar temel dürtü olan cinsel dürtüye de karşı koyamıyordu ve bunun üzerine özel mesajla fotoğraflaşma işlerine girilmişti. Fakat insanlarda da bir korku oluşmaya başlamıştı. Özellikle kızlar karşı tarafa fotoğraf attıklarında kendilerine şantaj yapılacağı korkusunu yaşamışlardı. Ve sonra o program çıktı: “SnapChat”. Bu uygulama sayesinde artık insanlar kendilerini daha güvende hissetmişlerdi. Çünkü uygulamada “Fotoğrafı karşı taraf kaydetmeden sadece 5 sn. görüntüle” gibi seçenekler mevcuttu ve karşı taraf ekran görüntüsü de almak istediğinde hemen bildirim geliyordu. Bu sayede insanlara rahatça günaha girme kapısı açıldı. Bu uygulamalar sayesinde “Siz rahat rahat dilediğinizi yapın, biz sizi koruruz.” imajı verildi. Fakat daha da ilerleyen zamanlarda aslında tüm bunların daha kötü ahlaksızlık seviyelerine geleceğini o dönem kimse düşünmemişti.
İnsanoğlunun bir fıtratı vardır; alışmak. Bir şeye, bir duruma alışabilme özelliği. Bu özellik çok güzel bir şekilde kullanıldı. Çünkü ahlaksızlığa alışmaya başlayan topluluklar yavaş yavaş ahlaksızlıklarını daha büyük boyutlara taşımaya başladılar. İşte yapay zekâ programları insanların bu alışkanlık düzeylerini analiz ederken son derece kullanışlı araçlar olmuşlardır.
Birçok yabancı makalede de bu konuyla ilgili yazılar bulabilirsiniz (Bıg Data And Aı For Psychology: Predıctıng Human Behavıor).
Peki sadece Snapchat mi? Tabii ki hayır. Şu an neredeyse tüm büyük uygulamalarda bu kullanılıyor. Artık insanların uyku düzenleri dahi bozulmuş durumda. Bunun en büyük nedeni de beyni etkileyen faktörlerin analiz edilerek daha da uyuşturulmuş olmaları.
Gece vakitlerinde elinde telefonla saatlerce uyku uyumayan insanlar, 10 sayfalık kitap okuduğunda direkt uykuya dalıyor. Neden? Çünkü artık beyin uyuşturucu verilmiş gibi bir hissiyat hâlinde.
Evet, yapay zekâ gerçekten güzel bir teknoloji. Ancak dijital bir kitap olan günümüzde “bilgi” her şey demektir. Ve yapay zekâ artık bu bilgiyi işleyebiliyor. İşlenen bilgilerin psikolojik analizleri toplum mühendisleri tarafından yapılıyor ve toplumların yönlendirilmesi sağlanıyor.
Şimdi gelelim son günlerde meşhurlaşan yüz tanıma teknolojisine. Hepimizin bildiği üzere hayatımızı kolaylaştıran bir teknoloji. Fakat bu sistem sadece yüzü taramıyor; mimikleri, gülümsemeleri, korkuları, heyecanları yani duyguları dahi tarıyor. Akıllı telefonlarla git gide gelişen teknolojilerde parmak izimiz taranıyor, sağlık bilgilerimiz kayıt altına altına alınıyor, attığımız adım hesaplanıyor. Yürüdüğümüz yollar, çizdiğimiz rotalar. Bunların yanında yüzümüz taranıyor ve yüz ifadelerimiz analiz ediliyor. Parmak izimiz alınırken her dokunduğumuzda kan basıncımız, kalp ritmimiz, kalp, vücut ve beyin frekansımız tespit ediliyor. Yani bir insanın tüm hayatının sağlık bilgileri ve psikolojik bilgileri kayıt ediliyor.
Sonraki aşama ne mi? Bunları işlemek. Peki hangi yolda ve ne için? İnsanlığın faydasına mı yoksa farklı işler için mi?
Alın size yeni gelişen bir teknoloji daha: STARLINK… 12 bin uydudan oluşan ve tüm dünyayı kapsayan Wi-Fi sistemi. Yine insanlığın yararına bir sistem çünkü artık internetimiz de daha hızlı olacak!
Bugün bilim insanları beynimize ve kalp ritmimize zararlı olduğu için Wİ-Fİ cihazlarını ve telefonları uyurken kapatmamızı söylüyor. Peki şimdiden gökyüzünü sarmaya başlamış olan bu uydulardan gelen sinyaller beyinlerimizi etkileyemez mi? Düşünün ki küçücük bir telefondaki sinyal dahi sağlığımızı, psikolojimizi etkilerken dünyayı saran bir uydu katmanından bahsediyorum.
Kişilik analizi, psikoloji analizi, sağlık analizi ve gelecek analizlerin tümü göz önüne alındıktan sonra kişilerin gen haritasının dahi çizildiği bu dünyada, sadece sinyaller ile beyinleri uyuşturmak, hatta ve hatta gen haritasına göre özelleştirilmiş virüsler üretmek veya koca bir insanlığı istenilen düşünce yapısına ve o psikolojik duruma getirmek ne kadar zor olabilir ki? Çok ütopik olsa bile seninle aynı görüşte olmayan tüm insanları öldürebilecek ya da hasta edecek bir virüs çıkarılabilir mi? Virüsü geçelim, düşman olan veya olabilecek insanların beynini uyuşturup yahut yanlış yönlendirip onu kendine rakip olamayacak hâle getirelim dense sizce de bunca bilgiden sonra bu yapılamaz mı?
Burada kadim bir konuya değinmeden geçersek yazdıklarımız kuru hamasetten öteye gidemez:
İnsanın yaratılışı ve ona secde etmeyen şeytanın yemini. Allah Teala, Hz. Âdem (a.s.)’ı yaratıp ona bütün isimleri, kelimeleri öğretiyor: “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bu isimleri(n delâlet ettiği şeyleri) meleklere gösterip: «Eğer sözünüzde sâdık iseniz (her şeyin içyüzünü bildiğinizi sanıyorsanız) şunları isimleriyle birlikte bana bildirin!» buyurdu.” (el-Bakara, 31) Devamında ateşten yaratılan İblis, topraktan yaratılan insanın üstünlüğünü kabul etmiyor ve kendisinin ondan üstün olduğunu göstermek için yemin ediyor. Araf Suresi 16. ayette şeytan insanı doğru yoldan saptırmak için yemin ediyor. Yani o günden beri ateş, toprağa üstün olduğunu kabul ettirmeye çalışıyor.
Topraktan yaratılan ve Allah katında tüm kelimeleri öğrenmiş olan insan, en yüksek zekâ sahibi olan varlık, bugün bir ateş formu olan elektriğe, enerjiye tapan insanlar tarafından kuşatılmış durumda. Binlerce yıldır toprakla yaşayan insan, aslından uzaklaştırılarak teknolojik cihazlara bağımlı hâle getirildi.
Bugün bu savaşın son hamlesiyle karşı karşıya insanlık… Gezegenimiz Dünya, hızla bu uydu katmanı ile sarılıyor. Hatırlayalım; Kur’an’da bu durum şu şekilde anlatılmıştı: “Allah, ‘Sana emrettiğim hâlde, seni secdeden alıkoyan nedir?” dedi, “Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm.’ cevabını verdi.” (Araf 7/12)”
Hayatıyla ilgili her şeyinin bilindiği bir insan için; onun istediği şeylerle, onun heyecanlarıyla, onun kendi fikirleriyle düşünce yapısını hiç olmayacağı bir insanın fikrine çekilebilmesinden bahsediyorum.
Ve yine son dönemlerde farkındaysak güzel buluşlar yapan insanlar yine bu tarz programlardan ya da bu teknolojilerden uzak hayatlarıyla da ön plana çıkıyorlar. Peki bu fikri kırmak için ne yapmak lazım? Hem bu teknolojiyle iç içe olan hem de zeki olan bir insan profili koymak lazım. Çizgi romanlardaki Iron Man gibi adamlar. Gerçek hayatta Elon Musk gibi adamlar. Hem sosyal medya ve benzeri mecralarla ön planda hem de zeki görüntüsüyle insanlık için müthiş bir idol olarak karşımıza sunulur.
İşte biz insanları bundan kurtaracak şey ise çok sırlı bir yerde saklı. Neydi o sır? Kalp… Kalbin içindeki o enerji. Tüm dünya ve kâinat enerjisinden daha büyük ve sırlı bir organ olan kalp… İnsanın içindeki tüm korku duygusunu alan, yapılan tüm kötülüklere karşı onu koruyan bir sır. Burada da yine hatırladığımız bir ayet çıkıyor karşımıza: “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu hâlde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (Âl-i İmrân 175).
Kalbin içindeki o sır o kadar derin de ve bir o kadar da bize yakın ki… Beynimizi uyuşturacak veya bize tehlike verecek her şeye karşı bizi koruyabiliyor. Eğer bizi yaratana iman edersek tabii…
20 sene öncesine göre günümüze baktığımızda imansızlığın had safhada olduğunu görüyoruz. Beyni bulanmış milyonlarca genç, amaçsız bir biçimde hayatlarını sürdürüyorlar. Buna dur diyemediğimiz gibi önleyemiyoruz da. Gelişen yapay zekâ artık android insanlar oluşturdu ve insanlara kukla olmayı sevdirdiler. “Sen düşünme, senin yerine biz düşünüyoruz.” dediler ve artık yapılan hataları dahi güzel gösterdiler.
Bunlar hep Amerika’nın oyunu, yok yok öyle değil; bunlar hep şeytanın oyunu.
Yazımızı Barış Manço’nun sözleriyle bitirelim:
Topraktan geldi insan, yine toprağa dönecek.
İki lokma ekmek için ömür boyu dövüşecek.
Bu yazı yorumlara kapalı.