Ne güzel bir hitap sözcüğüdür değil mi oğlum kelimesi? Anne babanın yavrusuna, ciğerparesine en içten seslenişi. Baba katıdır ve evin içindeki duvar gibidir. Yüzüne hiç güneş gelmez. Gelse de o güneşi göstermeyen kişidir. Her zaman serttir, az güler ve sürekli düşünür fakat belli etmese de baba için oğlum kelimesi belki de kendisi için sığınak demektir. Anne için ise her şey çok farklıdır.
Kendi canından bir parça olan oğlu, bir annenin tüm hayatî organları kadar değerlidir. Hatta kendisinden bile değerlidir. Terennüm edilirken vücudundaki tüm kan değerlerini yukarıya taşıyan hayırlı bir çocuk yetiştirmek ümidi ile söylenilen cümledir, oğlum. Baba her gece uykusundayken sabaha kadar gözlerini kırpmadan ateşi düşsün diye oğlunun başında bekleyen kişidir anne. Yemek yemediği zaman peşinde koşan, ağzına bir kaşık lokma koymak için hasta hâliyle kalkıp her gün evin yemeğini hazır eden, aman oğlum aç kalmasın, karnı doysun diyen kişidir. Büyüyene kadar gözlerini yummayan, büyüyünce bir an olsun aklından çıkmayan “Sen babana bakma, akşam gel ben yemeğini ısıtırım.” diyerek ailenin tüm yükünü sırtlanan kişidir. Terim olarak basit gibi görünse de bir anne olarak en zor kelimedir, oğlum.
Büyütmeye kıyamadığı, onu yağmurdan dahi koruduğu, askere gitme çağı geldiği zaman her gece yatağında eşine sırtını dönüp içine içine ağlanan harfsiz cümlelerin devamıdır, oğlum kelimesi anne için.
Anne bir gün evde yemeğini yaparken zili çalar. Tezgâhın önündeki kuru havluyu alıp ellerini silerken bir an “Oğlum neden açmadı ki kapıyı acaba?” diye aklından geçirdiğinde, onun askere gittiği hatırlar. “Geldim…” diyerek koca bir ah çekerek mutfağın kapısından evin holünde attığı adımlar belki de en anlamsız adımlardır. Kapıyı açtığında karşılaştığı manzara karşısında sükûnetini bozmadan, çekinerek ve yutkunmamaya çalışsa da boğazında düğümlenen kelimeler arasından en normal olanı seçip askerî üniforma ile gelen komutana “Buyurun…” dediği anlar belki de hayatındaki en zor anlarıydı bir annenin.
Duyacağı kelimelerin o küçücük kalbindeki birkaç günden beri süren sızının sebebi olduğunu nereden bilebilirdi ki? Kapısına kadar gelen üniformalı adamın ağzından çıkan kelimeler, bir bedeni hayatta tutan tek umuttu belki de. İki zıt duyguyu aynı anda yaşamak ne demek biliyor musunuz? Parçalanmak demek. “Kıdemli Üsteğmen Numan Demir şehit oldu. Vatan sağ olsun!”
Duyduğumuz kelimelerin bir insan kalbine ne kadar ağır gelebileceğini hiç düşündünüz mü? Basit harflerden ibaret olan bu kelimeler bir araya gelince ne kadar da acımazsızca can yakabiliyor değil mi?
Annenin o esnadaki yüz ifadesindeki o duygu dünyada eşi benzeri olamayan tek duygudur. Aynı anda gurur duyup bir o kadar da kalbinin parçalandığı tek ifade. Oğlunun ellerine kına yakıp Peygamber Ocağı’na gönderdiği yerden tabutu ile geri gönderilmesi. İşte o an dünyanın en gurur verici ama aynı zamanda en çaresiz olunan andır. Geçmek bilmez o saliseler, akrep ve yelkovan birbirini kovalamayı bırakır. Aldığın nefes boğazında top haline gelir yutamazsın. Vücudundaki güç merkezi bir anda karşı koyulamaz bir acı ile çöker. Elin ayağın tutmaz olur, kısa süreli bir şok geçirirsin duyduğun cevap karşısında.
Ocaktaki yemeğinin yanmaya başladığını fark eden asker, içeriye girip ocağı kapatırken anne için dünyanın yanması da var olması da birdir artık.
Oğlu mahallede maç yaparken “Sırtın terledi oğlum, gel atletini giy hadi!” diye maçın içerisine dalıp elini sırtına götürüp havlu ile silerken onu zor zapt ettiği saniyeler gelir aklına. “Anne bırak beni gol yiyeceğiz, takımın bana ihtiyacı var!” diye bağırdığı sesler kulağında çınlamaya başlar. Koca bir karanlık belirir gözlerinin önünde, kapıyı açtığı andan itibaren koca bir karanlık. Onlarca insan kapıda anneyi izlemektedir. O ise gözlerinin önüne gelen oğlunu izlemektedir. Karşısında duran tabuta bakmaz bile. Sığdıramaz, onun öldüğünü henüz çok küçük olduğunu yediremez kendine. Dile getiremez “ölüm” kelimesini.
Bir anda gol attığı gelir aklına, o gol attığında ellerini havaya kaldırıp sevindiği dakikalar belirir gözlerinin önünde. Yutkunamaz, boğazında oğlunun sevincinin sevinci vardır, gitmez. Nefes dahi alamaz, almak da istemez zaten. Ona koşup sevinmesi “Aferin oğlum” diyerek saçını öpüp kokusunu aldığı sarılmalar gelir aklına.
Kokusu gelir burnuna, kokusu! O saçlarının bedeninin kokusu gelir burnuna. İşte o esnada derin bir nefes almak ister, bir daha hiç unutmamak için o kokuyu. Boğazı parçalanarak burnundan o kokuyu çeker ciğerlerine kadar. Nefesini geri vermek istemez, onu kaybetmek istemez. Sonra koca bir iç çeker ve dudaklarından o kelimeler dökülür: “Oğlum…”
Elindeki havlu düşer, bütün varlığıyla tabutun içindeki bedene sarılmak ister. Önünde kim varsa çarpa çarpa hepsini devire devire varmak ister oğluna. Parmakları tabutla temas ettiğinde artık onun içinde olduğunu anlar. Hissiz, kokusuz, cansız bir odun parçasına sarılıp tekrar “Oğlum!” diyerek kokusunu içine çekmeye çalışır. Gözlerinden düşen damlalar dudaklarına değince ıslak ıslak tabutu öper.
Evlat tabutun içinde, anne tabutun başında ona sarılı haldeyken baba mahalleye gelir. Evinin önündeki kalabalığı görüp hayrola der kendi kendine. Daha dün oğluyla konuşmuştur aslında ama aklına bu ihtimali getirmek bile istemez. Kalabalığın arasında üniformalı askerlerin olduğunu gördüğü anda üzeri ay yıldızlı bayrakla örtülü tabuta sarılmış hanımını da görür.
Artık baba adım atmak istemez ama ayakları kendi kendine yürür. Siz hiç bir dağın yürüdüğünü gördünüz mü? O sağ ve sol omuzları dağ gibi dik olan adamın, kaşları çatık, duvar gibi adamın nasıl çöktüğünü, o çatık kaşlardan nasıl göz yaşları geldiğini, o iri omuzların nasıl yere sarktığını gördünüz mü hiç?
İşte o baba yürür, sakin sakin oğlunun cansız bedenine doğru yürür. Kalabalık onu görünce çekilir, ortada hemen büyük bir boşluk oluşur. Saygı kelimesi kalabalığı dağıtır. Kafasını yere düşürmemeye, gözlerini bırakmamaya, ağlamamak için nefesini tutmaya çalışır baba. Yürür ama belki de ilk defa korka korka basar ayakları yere. Tüm cesareti ile güçlü kalmaya çalışır ama adımları artık gitme, der. Nefesi artık ben tükendim, der.
O yıkılmaz dediğiniz dağ var ya hani… Hiçbir zaman bir anne gibi yaklaşmayan, her gün öpüp koklamayan, sırtını sıvazlamayan, her zaman kızan, o asık suratlı adam var ya, işte o adam ilk defa oğluna sarılmak ister. İlk defa onu öpüp koklayarak sarılmak ister ama aralarında bir engel vardır. 2 metrelik bir odun parçası.
Bilinci çok fazla yerinde değildir. Gözleri donuk ve hissiz bir şekilde askerlerin elini öptüğünü fark eder. Önünde duran komutanın dudaklarının kıpırdağını, ona bir şeyler anlatmaya çalıştığını görür. Boğazına gelen küçük bir tükürüğün, aslında şelale kadar yoğun olduğunu fark eder ama yutkunamaz, boğulacak gibi olur. Ay yıldızlı tabuta bakar ve ilk defa duygularına ördüğü duvarı yıkar. Gözlerinden damlalar yere düştüğünde yer titrer yer!
Bu bir baba için nasıl bir gururdur biliyor musunuz? Tarif edilemeyecek bir duygudur. Kahvede artık arkadaşları diye “Senin oğlun ne iş yapıyor?” sorduğunda o; “Benim oğlum mesleklerin en şereflisi yaparak şehit oldu!” diyecektir. Akrabalarının çocukları askere gitmeye çekinirken o, “Benim oğlum sizler için şehit oldu!” diyecektir.
Üzüntü ve gurur kelimesi ilk defa böyle büyük bir anlam ifade eder. Baba başını yere düşürmez, gökyüzüne bakar. Dalgalanan bayrağı görür, sonra kafasını yana çevirip ay yıldızla can bulmuş canına bakar. İşte o anda babanın kalbi ilk defa gurur kelimesinin anlamı ile dolarak “VATAN SAĞ OLSUN!” der.
Bu yazı yorumlara kapalı.