Yaşadığımız her gün birbirinin tekrarı gibi. Hiç fark ediyor musunuz? Yapmış olduğumuz her eylemin aynısını dün de yaptığımız için sürekli hâle gelen bir monotonlaşma hissi yaşıyoruz. İşe giderken trafik stresi, yemek yerken sevmediğin yemeğin çıkması, dünya görüşüne aykırı birisini dinleme tenezzülünde bile bulunamaman, her şeyin en doğrusunu ben biliyorum düşüncesi vs. uzayıp gidiyor. Bilim adamları buna konfor alanını terk etmemek diyor. Nedir bu konfor alanını terk etmemek? Farklı şeyler düşünmenin engellenmesi, beynine farklı bir tarz sunmanın engellenmesi, farklı bir yere gidip farklı bilgiler öğrenmenin, farklı kişiler ile konuşup fikir alışverişinde bulunmanın engellenmesi. Kısacası, inşa ettiğin ütopyanın içerisinden ne bir adım sağa ne bir adım sola çıkmana izin verilmemesi. İşte buna beyin küçültme, uyutma operasyonu diyorlar. Sistemin seni uyanıkken uyur hâle getirmesi.
Etrafımızda olup bitenlere karşı duyarsızlaştırılmaya başlamış durumdayız. Kendi hareket alanlarımızın dışarısında kalan çembere adım atmaya korkar hâle geldik. Üretemedik, üretmekten korkmaya başladık. Yazamadık, yazılanları okumaktan korkmaya başladık.
Kendi beynimizde inşa ettiğimiz ütopya içerisinde bir günü diğer gününü tutmayan ruh hâlleriyle yaşamaya başladık. Kendi bedenlerimizin imparatoru (yaratıcısı/tanrısı) olduğumuzu düşündük ama o bedenlerin bize emanet edildiğini unuttuk. Ya da unutturulduk!
İnsanlar var olduğu günden bu zamana dek içerisindeki iyilik ve kötülük hissiyatları ile ya iyi insan olup Habil gibi temizliğe özen göstermeye ya da kötü insan olup Kabil gibi kötülüğü bedenleştirmektedirler. Neden iyiliği değil de kötülüğü seçiyoruz?
Çağımız endüstrisi 5.0’ı yani teknolojinin en üst seviyelere çıktığı yılları yaşamaktadır. Yapay zekâların arttığı, bilim adamlarının biyonik ürün projelerini insanlar üzerinde denemeye başladığı, ham maddenin azalıp uzaydan maden getirildiği yıllardayız. Sözde kahramanımız Elon Musk’ın da dediği gibi: “Yapay zekanın egemenliği altına gireceğimiz yıllara yaklaşıyoruz.” Acaba bu sözünü yeni geliştirdiği Starlink-Neuralink teknolojisinden dolayı mı söyledi? Neyse, kısacası robotikleşmeye ve yapay zekâya yönelen ülkelerin, toplumsal kavramları ortadan kaldırmak için makineleri robotlaştırmak yerine insanları robotlaştırmayı tercih ettiği bir istilaya hazırlanıyoruz.
Bir robot geliştirebilirsiniz, robotu istediğiniz gibi kontrol edebilirsiniz, hatta robotlardan oluşan bir ordu dahi yapabilirsiniz, İsrail’in Gobi çölünde hazırda beklettiği 300 robot asker gibi, fakat o robotlara asla bir ruh koyamazsınız. Ruhu cesetle de kontrol edemezsiniz ama ya ruhları nefis yoluyla kontrol ederseniz?
Bill Gates ve Elon Musk, bir süredir hisleri yok edecek ve hatta kendi hislerimizi kendimizin belirleyeceği, beyin lobuna bağlanan çipler üzerinde çalışmakta. Starlink projesinin alt yapısına baktığımız zaman dünya yörüngesine gönderilen 40 bin alıcı ile beyin kafatasında 8 mm’lik bir delik açılarak beyne bağlanan çipler görüyoruz. Bu şekilde bilincimizin direkt internet bağlantısı kuracağını göreceğiz.
Dünyaya gelirken bedenlerimize emanet edilen en kutsal hazine ruhtur. Ruh bedende var olduğu sürece insanoğlu nefes alıp verebilir. Ruh madde değil de soyut bir cisim gibi nitelendirilse de kâinatın en somut gerçeğidir. Kâinattaki bu gerçeğin yegâne var oluş sebebi ise şükretmek ve Allah’ı zikretmektir. Ruh Allah’ın bir nefes parçası olarak bedenlere üflenmesi ile insan var edilmiştir.
Secde Suresi, 9. ayet: Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?
Bu emanete karşı çıkan İblis, insanoğlunu doğru yoldan uzaklaştırmak yani ruhunu esir almak için yemin etmiştir:
Hicr Suresi: 39. Ayet. ”Rabbim! Beni azdırmana karşılık yemin olsun ki, yeryüzünde ben onlara (kötülükleri) süsleyeceğim, onların hepsini azdıracağım” dedi.
40: “Ancak içlerinden ihlaslı kulların müstesnâdır.”
41: ”Kendime söz veriyorum ki, bu dosdoğru yoldur! dedi.”
İblis, insanlardaki bu muazzamlığı kıyamet günü gelene kadar ortadan kaldırmak, insanları iyilikten uzaklaştırmak, kötü yola sevk etmek için savaşmaya yemin etmiştir. İnsanı iyilik yolundan ayırıp kötülüğe; doğruluktan ayırıp yalan söylemeye teşvik eden o his aslında şeytandır. Şeytanın en yakın arkadaşı ise nefistir. İnsanı kendi yoluna çekebileceği, ruhunu esir edebilecek tek nokta nefistir. Hiç fark ediyor musunuz, gelişen tüm bu teknolojiler, uygulamalar ve yaşam standartları her şey nefse hoş gelecek şekilde inşa ediliyor. Nefsimizin bizi kandıran, kötü olan şeyi iyiymiş gibi gösteren, gereksiz bir şeyi gerekliymiş gibi hissettiren o his aslında ruhumuzla savaşan şeytanın vesvesesidir.
Yusuf Suresi 12. Ayet: “Ben, nefsimi temize de çıkarmam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emretmektedir. Rabbimin merhamet ettiği bunun dışındadır. Çünkü Rabbim, çok bağışlayan, çok acıyandır.”
Nefsi ele geçirmek için şeytanlaştırılan düşünceler, teknolojiler, programlar ve uygulamalar.
İsveç’te deri altına enjekte edilebilen pirinç tanesi büyüklüğünde çipler geliştirildi. İnsanlar bu çip ile kimlik kartlarını, kredi kartlarını ve anahtarlarını artık cebinde değil elinde taşımış oluyor. Ülkede deri altına çip enjekte edenlerin sayısı 4 bini geçti bile!
Bilim insanları şu sıralar dünyayı bir yazılım olarak gördükleri için bu yazılımın içerisine kendi yazacakları kodlarla her insanı kontrol edebileceklerini düşünüyorlar. Bedenleri sadece bir araç olarak kullanıp asıl amaçlarının dünyaya gönderildiğimiz zaman bize emanet edilen ruhlarımızı köle etmek olduğu büyük bir projeden bahsediyoruz. Biraz daha detaylandıralım mı?
İsra Suresi 85. Ayet: “Birde sana Ruh’u soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin bilgisi dâhilindedir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.’”
Hadi gelin hep beraber ruhsuz bir robotun günü nasıl geçiyor şahitlik edelim.
Günaydın, sabah güne uyanıyorsun, pencerenden az da olsa güneş ışığı geliyor odana, bunu fark edebiliyorsun ama güneşi fark edemiyorsun. Pencereye doğru yürümeye başlıyorsun, tülü çekiyorsun ama yine de güneşi tamamen göremiyorsun. Bu sefer pencereyi açıp kafanı dışarı çıkartıyorsun ve nihayet beton yığınlarının arasından gökyüzüne bakabilecek bir boşluk bulabiliyorsun. Güneşe bakarak gözlerini ovmaya başlıyorsun. Daha sonra derin bir nefes alarak güne hazır olduğunu belli ediyorsun. Bu uyanma faslını her gün tekrar ediyorsun. Bir yapıyorsun, iki yapıyorsun, üç yapıyorsun derken belli bir zamandan sonra güneşi görmek için şimdi kim yatağından kalkacak diyerek telefonunu eline alıyorsun. Telefonun ekranında günlük hava durumunu belirten yazılıma şöyle bir bakıp, oh be hava bugün güneşliymiş, diyorsun ve başlıyorsun kahvaltını yapmaya.
Kahvaltıda ne mi var? Twitler, storyler… Ne ararsan. Açık büfe gibi, hangisine ilgi duyarsan oraya giriyorsun ve kahvaltını bir güzel yapıyorsun. Beynin sana açlık hissi vermemeye başlıyor. Üşenmeye başlıyorsun, o yatak sana o kadar güzel geliyor ki güneşi görmeden ay kendisini göstermeye başlıyor. Artık sokağa çıkmak için hazırsın.
Yürüyüş yapmak için ormana gidiyorsun. Elinde bir adet su var. Epeyce yürüyorsun, ne kadar yürüdüğünün hiç farkında dahi değilsin, bir yandan saatini kontrol ederken kaç kalori yaktığına da bakıyor, bir yandan da omzundaki havlu ile terini silip elindeki suyu içiyorsun. Suyun bittiğini hiç fark etmiyorsun bile o denli odaklanmışsın. O elindeki su şişesi plastik bir maddeden yapılan, boş olduğu zaman 100 gram kadar ağırlığı olmayan bir cisimken, zamanla elinde 50 kilo olmaya başlıyor. Ondan bir an önce kurtulmalısın ve öyle de yapıyorsun. Şimdi kim uğraşacak çöp kutusu aramakla diyorsun ve atıyorsun yere. Ağzındaki ıslaklık ile güzelce bir tükürüğü de yere attıktan sonra sporunu bitirmiş, doğaya teşekkürünü sunmuş bulunuyorsun. Harika! İşte sporunu da bitirmiş oldun.
İşe gidiyorsun. Sevmediğin bir işi yapıp zoraki bir şekilde faturalarını ve hayatının diğer ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmak zorundasın. Saatler dakikalar geçmez bilmezken bir de kendilerini senden üstün gören patronların da varsa işte o zaman senin için eziyet daha da zor bir hâle geliyor.
İş çıkışın gelsin diye dakikaları sayarak bekliyorsun ve nihayet paydos saati geliyor. Kibirli kindar bakışlar etrafından sıyrılarak ulaşım araçlarına doğru ilerliyorsun. Yolun sağ tarafında bir insan kalabalığı görüyorsun. Merak ediyorsun gidip bir göz atmak istiyorsun. Onlarca kişinin arasına dalarak yerde yatan insana bakıyorsun. Can çekişiyor, belki trafik kazası belki bir hastalık, nedenini kimse bilmiyor çünkü yanına gidip yardım eden kimse yok. Sen kimse misin? Kimse değilsen üstüne alınma bu yazdıklarımı. Aralarından bir tane varlık çıkıyor ve kalabalıktan kurtularak yerde yatan vatandaşa insani bir yardımda bulunmaya çalışıyor. O aradan kurtulup gelen varlık insanmış ya hu. Ne garip bir varlık bu insan şuraya bak, onca kişi izlerken o yardım ediyor.
Neyse sen fırsat bu fırsat diyorsun ve elini hemen cebine götürerek telefonu eline alıp ruhunu esir etmeye başlıyorsun. Senin uygulaman hangisiyse ona giriyorsun ve başlıyorsun bu anın tadını çıkartarak video çekmeye. Düşünsene böyle bir story kimsede yok, tek olacaksın, of… Düşüncesi bile çok marjinal. Videoyu çekip hemen paylaşıyorsun uygulamanda. Sonra başlıyor beğeniler gelmeye. Beğeni? Beğeni ne demek? Can çekişen insanın videosunu izlerken beğeniyorlar, sen beğeniler geldikçe mutlu oluyorsun. Hâlbuki mutlu olmaman lazım, üzülerek yardım etmen lazım ama unuttun mu, kendi ütopyanı düşmana teslim etmeye başladın ya, hâlâ fark etmedin sanırım. Neyse eve gittiğin zaman fark edersin.
Eve geliyorsun ki tam kapıyı açacakken üst komşunun oğlu kanser hastalığına yakalanmış, çocuk çalışamıyor, annesi ve babası yaşlı, belli ki yardıma ihtiyaçları var. Evin içerisinden gelen gürültüleri duyuyorsun, bırak gürültüleri kulağını biraz verirsen konuşmaları dahi duyuyorsun. İçerideki kadın, bey evde ekmek dahi kalmadı çocuğumuz per perişan biz ne yapacağız böyle, diyor. Bey ununu eleyip eleğini asmış, daha çalışamaz, yaşı gelmiş ama ne yapacak bu durumda? Mecbur çalışacak, gidiyor en yakın markete, alıyor peçeteleri başlıyor satmaya. Bedeninin verdiği son enerjisini de ailesi için harcamaktan hiç çekinmiyor amca.
Sahi sen hâlâ eve girmedin mi? Kapıda mı beklettim seni, özür dilerim. İçeriye girmek için cebinden anahtarı çıkartıp kilidi çevirip içeriye giriyorsun. Karşı komşunun zor durumda olduğu gerçeğini 30 saniye düşünüyorsun ve aklına hemen “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Hadis-i Şerif’’i geliyor ama 40. saniyeye gelince içindeki o yardım etme duygusu ortadan kalkarak kendi ütopyana geri dönüyorsun. Kurtuldun, az kalsın bir iyilik yapacaktın, son anda attın kendini eve. Hadi şimdi dolabını aç ve tıka basa dolu olan dolabından istediğini çıkartıp yemeye başla. Kilo almışsın veya alacaksın kimin umurunda. Bu dünyaya yemek yemek için gönderilmedin mi hem? Güzelce yemeğini de yedin, şimdi bunun üstüne güzel bir tatlı ne gider be, di mi? Cüzdanına doğru yöneliyorsun, içinde fazlasıyla para var ama sadece sana yetecek fazlalıkta para var. Başkasıyla paylaşırsan fazlalık olmaktan çıkıp para var seviyesine düşecek. O yüzden fazlalık kısmı senin düşüncelerini ısıtmaya devam ediyor.
Tatlını da söyleyip güzelce onu da yedikten sonra gecenin son kutsal işine geldin. Banyoya gidiyorsun ama önce yediklerini sindirmen gerekiyor, lavabo ihtiyacını gidereceksin. Bir veya iki dakikalık bir çöp arabası görevi görecekken o zaman nasıl geçecek diye düşünmeye başlıyorsun ve bu yüzden de yanına hemen telefonunu da alıyorsun. Boş boş duvarı izleyeceğime, bedenim çalışırken ben de uygulamada insanlar neler yapmış neler atmış onlara bakarım diyorsun. Tuvalette gereksiz zaman geçirmenin mekruh olduğunu önceden biliyordun ama zamanla beynini körelttiğin için unuttun. İki dakikalık işlem oluyor sana yirmi dakika. Oh nihayet storyler de bittiğine göre klozetten kalkabilirsin.
Artık güzel bir uykuyu hak ettiğini düşünüyorsun. Bugünü kahraman olarak geçirdiğin ve sana marjinal olduğunu hatırlatan videona son kez bakmak için uygulamana göz atıp kimlerin izlediğini de gördükten sonra superman kıyafetlerini giyip ertesi günü tekrar etmek için hazırsın. Nihayet robotlaştığın bir günü daha geride bıraktın. İyi geceler sevgili kahraman.
İşte biz buna robotlaştırılma diyoruz. İnsanlar açlıktan ölüyor ama görmezden geliyoruz. Dünyada hâlâ su sıkıntısı çeken insanlar varken biz küvetlerimizi suyla doldurmaya devam ediyoruz. Sistemin bizi buna doğru ittiği gerçeğini göremiyoruz. Keyfimize iyi gelen hiçbir şeyi sorgulamıyoruz, tıpkı bir futbolcuya verilen 200 milyon doları izlemek gibi. Kendimizi eleştirmiyoruz çünkü kendimizi kusursuz görmeye alıştırılıyoruz. Her birimiz iyilik duygularını, cimriliğe kindarlığa ve böbürlenmeye teslim ediyoruz. İnançlarımızdan uzaklaştırılıp yapay köleler hâline gelmeye hızlı bir şekilde eşlik ediyoruz. İnançlarımızı sorgulamaya başlıyoruz, oruç, zekât, fitre gibi dini görevlerimizi dünyevi keyiflerimize tercih ediyor ve artık onları ok saymaya başlıyoruz. Zamanla iman kelimesini bencillik ve paraya teslim ediyoruz. Kendimizi katlettiğimiz yetmiyormuş gibi doğayı ve doğanın bize sunduklarını da katlediyoruz.
Yukarıda yazdıklarımız aslında her birimizin. Her kaos fırsatları da yanında getirir. Bizi bu kaosa sürükleyen sistem, kendi kurduğu düzenin içerisinde çözümleri de bize kendileri sunuyor.
Kendini tanımayı, kendini eleştirmeyi, kendinle yüzleşmeyi öğren!
Dünyayı yaşanılabilir kılan iyilik kavramını her birimiz ortadan kaldırmak için var gücümüzle savaşıyoruz, değil mi?
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
ASR Suresi: Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.
Bu yazı yorumlara kapalı.